KadınPod’un Anneler Günü özel bölümünde şair-yazar Elif Şebnem Akal’ın yaşam hikayesini anlatıyorum. Annemi konuk ettiğim bu bölümde; şair olmak, kadın olmak, anne olmak gibi birçok konu başlığını kendi anne-kız yolculuğumuz üzerinden konuşuyoruz.
Bu yazıyı podcast olarak dinlemek için:
ELİF ŞEBNEM AKAL
Kadınların nesilden nesile aktardığı en önemli miras.. MÜCADELE… Bu mirası bazen en yakınımızdaki kadınlardan, bazen de hiç tanımadığımız kadınlardan alabiliyoruz. Ve bu kadınların içlerinde çok ama çok şanslı olan bir grup var. Kim onlar? Mücadele mirasını annelerinden alan kadınlar.. Bu mirası anneden almanın neden onları çok şanslı yaptığını uzun uzun anlatmama gerek yok herhalde. Ama varsa da, bu bölümde anlatacağım hikayenin içinde aradığınız cevapları bulacağınıza eminim. Çünkü ben o şanslı kadınlardan biriyim. Çünkü bu hikaye beni şanslı kılan annemin hikayesi. Ve çooook heyecanlıyım. Çünkü, bu bölümde annemle birlikte olacağız. Ben onun hayatını anlatırken, bazen araya girip kendisinin anlatmasını isteyeceğim. Üstüne biraz, kadın olmaktan, anne olmaktan ve anne-kız yolculuğumuz üzerine konuşacağız.
Hazırsanız, mücadelesini şiirlerine aktaran kadın Elif Şebnem Akal’ı daha yakından tanıyalım.
Elif Şebnem Akal: Merhaba, ben de buradayım. Hem de kızımın tam karşısında. Zaman zaman sohbete katılarak, onunla sizlere faydalı olacak bir sohbet yapmak istiyoruz.
Elif Konaç: Evet anne, hayatını benim dilimden dinlemeye hazır mısın?
EŞA: Hazırım. :)
EK: O zaman başlıyorum.
Elif Şebnem Akal, 22 Kasım 1966 tarihinde İstanbul’da doğuyor. Gaziantepli bir annenin ve İstanbullu bir babanın ikinci kızları olan Akal’ın çocukluğu İstanbul, İzmir ve Manisa şehirleri arasında geçiyor. Genelde cadde üzerindeki evlerde oturdukları için, sokakta oynaması annesi tarafından pek hoş karşılanmayınca, küçük yaşlardan itibaren boş zamanlarını evdeki ansiklopedi ve kitapları okumakla geçiriyor. İlkokul ve ortaokul yıllarında şiir yarışmalarında aldığı birincilikler, ilerideki başarılarının da sinyallerini veriyor.
1981 yılında, Lise 2. sınıf öğrencisiyken babasının tayini çıkması nedeniyle İstanbul’a dönüyor ve Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nde eğitimine devam ediyor. İlk zamanlarda, Manisa’dan geldiği için, sınıf arkadaşları kendisine ‘’taşralı öğrenci’’ gibi küçümseyici şeyler söylemeye başlıyor. Okulun edebiyat öğretmeni ise egosu oldukça yüksek ve ‘’benden kimse 10 alamaz’’ diye gezen bir tip. Fakat bu egosu, Elif Şebnem Akal’la karşılaşana kadar diyebiliriz. Akal, liselerarası şiir yarışmalarında üst üste birincilikler alınca, bir anda edebiyat hocası adeta peşinden koşmaya başlıyor. Yıllar sonra kendisinden 10 alan ilk öğrenci de tahmin ettiğiniz kişi oluyor.
İlginç bir detay da şu ki; edebiyatta bu kadar başarılı olmasına rağmen, Akal lisede sayısal bölüm okuyor. Hatta kariyer planlarını da buna göre yapmaya başlıyor. Üniversitede öncelikli hedefi tıp kazanmak oluyor. İstanbul dışındaki tıp fakültelerini de yazmak istiyor ama ailesi şehir dışına gitmesine izin vermiyor. Sonrasında tercih listesinde yaptığı bir sıralama hatasıyla, bir anda kendini İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde buluyor. 2 sene sonra, okuldan sıkılarak tekrar üniversite sınavına girmeye karar veriyor. 1985’te tekrar sınava girerek, Marmara Üniversitesi İngiliz Dili ve Eğitimi bölümüne geçiş yapıyor.
Öğrencilik döneminde yabancı dil özel dersleri veren, tur rehberliği gibi çeşitli işler yapan Akal, 1987’de kurulan Ortaköy El Sanatları Pazarı’nın da kurucuları arasında yer alıyor ve kendi yaptığı seramik takıları satmaya başlıyor. Türkiye’de tamamen el sanatları üzerine kurulan ilk pazar olma özelliğini taşıyan Ortaköy Pazarı, kısa süre içerisinde oldukça popüler oluyor. Ünlülerin de gelip gitmeye başladığı pazarın, basın ve halkla ilişkiler sözcülüğü görevini de Elif Şebnem Akal üstleniyor. TRT’de yayınlanan Gençlerle programına örnek genç olarak davet edilerek, hem kendi yaratıcılık sürecini hem de Ortaköy Halk Pazarı’nı anlatıyor. Aynı yıl, kendisine daha büyük popülerlik kazandıracak başka bir olay gerçekleşiyor. Tek kanallı televizyon döneminde TRT’de yayınlanan, Bülent Özveren’in sunduğu Ben Bilirim adlı bilgi yarışmasında birinci oluyor.
EK: Anne, bu o dönem ‘’Kim Milyoner Olmak İster’i kazanmak gibi bir şey herhalde?
EŞA: Aynen öyle. Bir anda, bir gecede, canlı yayınlanan bir programda çok meşhur oluyorsun. Yüz olarak seni herkes tanıyor, fakat ismin ‘’o kız.’’ Sokaklarda, caddelerde falan yürüyemedim ben ertesi gün. Hatta yaklaşık 2-3 ay güneş gözlüğüyle dolaştım. Çünkü gerçekten o ilgi, o tanınırlık beni yormuştu. Ama şöyle de bir güzelliği var. İnsan kendini çok büyük bir kalabalıkta ispatlamış oluyor. Ve bu özgüven, bu duygu, hayatının sonraki dönemine sirayet edecek bir güç kazandırıyor. Kendini herkesin önünde ispatlama duygusu çok güçlü bir duyguydu ve çok ekmeğini yedim.
EK: Bunu başardığında 21 yaşındaymışsın.
EŞA: 21 yaşındaydım, diğer rakiplerimin hepsi 40’ın üstünde öğretim üyeleri, dişçiler falan. Hepsi çok kariyerli tiplerdi. Gayet masumane, gayet iddiasız bir şekilde katıldım. Ama başardım. Çok güzel bir duyguydu.
1989’da üniversiteden mezun olduktan sonra, 1 sene boyunca dershanede İngilizce öğretmenliği yapmaya başlıyor. 1991 senesi ise hem İş Bankası’na girdiği hem de evlendiği yıl oluyor. Bankacılık kariyerinde ilerlemeye devam ederken, 22 Kasım 1995 tarihinde, kızı Elif Konaç’ı dünyaya getiriyor. Anne olduktan çok kısa bir süre sonra, 1997’de İş Bankası Londra Şubesi’nde 6 ay boyunca staj yapmak üzere, İngiltere’ye gönderiliyor.
EK: Bu yılların hayatına olan etkisini nasıl anlatırsın anne? Kariyer ve annelik arasında kaldığın yıllar diyebilir miyiz? Çok küçükmüşüm gittiğinde.
EŞA: Evet, 14 aylıktın. Henüz konuşamıyordun. Emekliyordun ama yürümüyordun. Gerçekten çok zorlandığım zamanlardı. İlk 2 ay hiç uyuyamadım diyebilirim. Sokaklarda, caddelerde bebek görünce çok kötü oluyordum. Hatta ilk telefonda bana anne demiştin. Nasıl ağlamıştım o gün sana anlatamam. Ama şu da var, arada iki kere kaçtım seni görmek için. Türkiye’ye 1-2 günlüğüne geldim. Stajın devam ettiği 6 aylık süre boyunca Türkiye’ye girmem yasaktı. Bir şekilde idare edildim ve özlemimi giderdim. Ama asıl döndüğümde çok zorlandığım bir dönem oldu. Çünkü sen resimlerimi öpüyordun anne diyerek ama beni öpmüyordun. Gidip sürekli babana sarılıyordun ama bana sarılmıyordun. Herhalde 1-2 sene sürdü aramızdaki bağı tekrar kuvvetlendirmek. Çok zorlandım. Fakat onu da yapmam gerekiyordu. Londra’ya gidip orada 6 ay yaşamam, o kültürü, o bilgi dağarcığını öğrenmem gerekiyordu. Bu yüzden belki sana büyük bir fedakarlık yaptırdım bu konuda ama bunu yapmam gerekiyordu Elif. Yoksa böyle bir annen olmayabilirdi.
Sonrasında yıllar kariyer, evlilik ve çocuk üçlüsü arasında geçerken, 2002 senesi hayatının en önemli kırılma noktalarından biri oluyor. Önceki yıllarda da, birkaç kere evliliğini bitirmeyi düşünen Akal, 5 Kasım 2002’de evden ayrılıyor ve boşanma davasını açıyor. Fakat tek kırılma burada gerçekleşmiyor. 22 Kasım 2002 tarihinde kendine doğum günü hediyesi olarak, asıl adı Ara Sıra olan, fakat Çaya Kaç Şeker olarak bilinen şiirini yazıyor. Çok uzun bir süre şiir yazmadan geçen dönemin kapanışı da bu şiirle yapmış oluyor.
EK: Anne bildiğim kadarıyla evliliğin süresince hiç şiir yazmıyorsun, bir tane bile yok o dönemde. Fakat boşanma kararı alır almaz ilk yazdığın şiirin de Ara Sıra oluyor. Bazıları bunu bir aşk acısı şiiri olarak yorumluyor. Bize açıklamak ister misin? Bu gerçekten bir aşk acısı şiiri mi?
EŞA: Değil. İçinde onun bir acı yok aslında, bir karar var. ‘’Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka..’’ diyorum. Kabul etmediğim bir yaşlanma sürecim var. Aslında şunu söylemeye çalışıyorum; ‘’Ben boşanıyorum ama hayatıma devam edeceğim. benim dostlarım olacak, insanlarım olacak. Ben hayatı artık farklı bir şekilde yaşamak istiyorum ve buna karar veriyorum diyor bu şiir. Aslında şu da var; evliliğim boyunca evet hiç şiir yazmamıştım. Birden bire Ara Sıra nasıl oldu? Bilmiyorum. Çok açık bir şekilde söylüyorum ki bilmiyorum. Bir gün bankada otururken, birden bire post-it’e, üstelik kendime hediye olarak yazdığım bir şiir. Ben bu kadar güçlü bir şiir olacağını tahmin etmemiştim o zaman. Fakat güzel oldu ya. ‘’Ara sıra, çaya kaç şeker alırsın diye soran bir ses olmalı..’’ diyen şiir aslında bir karar şiiri. ‘’Olmalı..’’ diyor çünkü.
EK: Zaten sonrasında da harıl harıl bir şiir yazma dönemin var. 1-2 tane de değil. Günlerce, gecelerce duygularını şiire aktardığın bir döneme giriyorsun. Tam da oradan tekrar biyografiye geri döneyim.
Şiirleriyle adeta bir iyileşme ve kendini bulma dönemi başlatan Elif Şebnem Akal, 2003 yılında antoloji.com üzerinden bir araya gelen şair ve yazarların kurduğu Ölü Aşklar Derneği’nin de kurucuları arasında yer alıyor. Kısa sürede oldukça popüler hale gelen, ve aslında bir edebiyat ve şiir derneği olan Ölü Aşklar Derneği; Küçük İskender, Yusuf Hayaloğlu, Murathan Mungan gibi edebiyat dünyasının değerli isimlerini çeşitli etkinliklerinde ağırlıyor. Attila İlhan da tam yapılacak etkinliklerden birine katılmak üzere söz vermişken, etkinlikten çok kısa bir süre önce hayatını kaybediyor.
EK: Anne bu dönemini düşünüyorum. Aslında bu dönemin tanığıyım ama o zamanlar çok küçüktüm. Şimdi düşününce bir şeyi çok merak ediyorum. Sabah bankadasın ve kredi isteyen birileriyle uğraşıyorsun, akşam Türkiye’nin sayılı entelektüel ortamlarından birindesin. Sence de, enteresan bir tezat değil mi bu? O dönemde yaşadıklarını nasıl anlatırsın?
EŞA: Bir değişim dönemi bu, bir kabuk değiştirme. Çünkü şöyle bir şey var; boşanmadan önceki Elif Şebnem Akal görünürde her şeyi olan, çok sıkıntısı olmayan bir kadındı. Ancak boşandıktan sonra çok sıkıntılı bir döneme girdim diyebilirim. Özellikle maddi koşullar, boşanmanın verdiği manevi sıkıntılar… Bu süreçte şiir yazmak bir akıştı benim için. Ruhumdaki bütün o kavgaları, mücadeleyi şiire döktüm. Döktükçe de güçlendiğimi hissettim. Ayrıca bu şiirler vasıtasıyla şiirle ilgilenen kesimden insanlarla tanıştım. Bu süreçte tekrar o insanlarla karar verip, bir dernek kurduk. Dernek bir anda beklediğimizin çok üzerinde bir popülerlik kazandı. Bununla birlikte, o dönemin Türkiye’sinde kendi yazıp üreten, edebiyat adına koşturan bir sürü insanın bir arada oluşu, entelektüellerin de dikkatini çekti. Bizim davetlerimize, gecelerimize katıldılar. Çoğuyla da dost olduk. Hatta Yusuf Hayaloğlu bana Kafama Sıkar Giderim şiirini Çengelköy’de taşların üzerinde bira içerken okurdu. Ben bunlara tanık oldum. Bunları yaşadım. Evet bir bankacıydım, o benim ekmek paramdı. Ama asıl o içimdeki Elif Şebnem Akal, ne olmak istiyorsa artık o yola yöneliyordu ve çok güçlü yöneliyordu. Onun gücü, sıkıntıları olan Elif Şebnem Akal’ı da bir şekilde rahatlatıyordu, mutlu ediyordu.
Zaten öyle bir dönem geliyor ki, o mutluluğun bedelini ödüyorsun. 2004 yılı ise tamamen bambaşka bir mücadelenin kapısının aralandığı yıl oluyor. Ara Sıra şiiri, “Can Yücel’’ imzasıyla mail olarak kendisine gelmeye başlıyor. İlk zamanlarda çok aldırmadan, uyarılarıyla olayı kontrol altında tutmaya çalışsa da, Hıncal Uluç’un da köşe yazısında Can Yücel şiiri olarak yazmasıyla iyice kontrolden çıkıyor. Uluç’un yazısı tekzip ettirilse de, başka ulusal ve yerel yayın organlarında Can Yücel şiiri olarak yazılmaya devam ediyor. Yıllar sürecek bilgi yanlışlığının en önemli kurbanlarından biri ise Cahit Berkay oluyor. 2009’da kendisine “Can Yücel şiiri” olarak gönderilen Ara Sıra’yı, Çaya Kaç Şeker adıyla Moğollar’ın Umut Yolunu Bulur albümü için besteliyor. Üstelik şarkının söz yazarı olarak da Can Yücel yazılıyor.
EK: ‘’Evet… Bu nasıl bir his?’’
EŞA: ‘’Çok fena. Gazetelerde çıktığında tekzip ettirdik, tekzipsiz olarak benim adımla çıktığı çok sayıda ulusal gazete oldu. Hatta çok sosyetik bir adım, benim şiirimle birlikte sosyeteyi bir araya davet etti ve dergilerde benim şiirimle Rahmi Koç yan yana bulundu. Artık bu şiirin gidebileceği belki de son yerdi. Ancak bir sabah ben bu şiirin bestelendiğini ve kartonetlere Can Yücel adıyla basıldığını duyunca şoka girdim. O dönemde İş Bankası’nda müdürüm. 10 dakika içerisinde Cahit Berkay’ın telefon numarasını buldum. Aradım. O hafta çıkmış zaten albüm. Önce inanmadı. ‘’Ben size şaka yapacak durumda değilim. İsterseniz bir araştırın, bu şiirin kime ait olduğunu zaten rahatça bulabileceksiniz’’ dedim. Yarım saat sonra beni aradı. ‘’Çok özür dilerim, çok büyük bir hata yaptım. Bana mail olarak gelmişti. Benim şu anda albümümün lansman haftası, ben çıktığım bütün mecralarda bunu anlatacağım.’’ dedi. ‘’Bir gelin konuşalım.’’ dedim. Açıkçası kıyamadım ben Cahit Berkay’a. Çok büyük bir müzisyen. Ne mutlu bana, Can Yücel’in diye bilse de benim şiirimi beğenmiş ve bestelemiş. Karşılıklı anlaştık ve kartonetlere stickerlar yapıştırıldı. Daha sonrasında benim adımla basıldı.
Şöyle bir durum da var aslında. Türkiye’de doğru düzgün bilinen kadın şair yok. Şiir ve kadın yan yana çok fazla anılamıyor. O yüzden, güzel bir şiir okunduğunda altına birilerinin ismi layık görülüyor. Kimse inanmak istemiyor bir kadının da şiir yazabildiğine, bu konuda güçlü bir kalem olabileceğine. Aslında verdiğim bütün mücadele de buydu. İnternette özellikle mailler yoluyla dağılımı sağlanan şiirin Can Yücel isimli kopyalarıyla uğraşmak okyanusta karıncaları toplamak gibi bir şey. Elimden geldiği kadar bu konuyla mücadele ettim. Ama gerçekten zorlu bir süreç. Sağolsun Cahit Berkay bu konuda destek oldu bana. Gazetelerde, televizyonlarda, çıktığı bütün konserlerde bu konudan bahsetti. Yani, bu bitmeyen bir süreç. Biraz sonra seninle ÖSYM kısmını da konuşacağız bunun.’’
Cahit Berkay & Elif Şebnem Akal
2013 yılında, bankacılık kariyerini emeklilikte sonlandıran Elif Şebnem Akal, hiç vakit kaybetmeden yeni kariyeri için çalışmalara başlıyor. NLP, Reiki ve koçluk eğitimleri alırken, ilk kitabı Çaya Kaç Şeker’i de yazmaya başlıyor. 2016 yılında yayınlanan kitapta çeşitli şiirleri ve o şiirlerin gerçek hikayeleri yer alıyor.
Kızına imzaladığı kitabın ilk sayfalarına ise şu sözleri yazıyor;
“Elifim Canım Kızım
Sana deste deste tapular, hamamlar, hanlar, kabarık banka hesapları bırakamayan bir annen var. Ancak sana söylenmiş ve söylenmemiş tüm sözlerini, akmış ve akmamış tüm gözyaşını, umudunu, mutluluğunu, haykırışını, cesaretini, savaşını, zaferini, günlerini gecelerini şiire yazıya dökmüş bir kadının kızısın.
Sen bunların hepsisin. Sen başlı başına bu kitapsın. Bu hayattaki ilk, tek ve son, en önemlisi en gerçek aşkım sensin. ÇAYIMIN TEK ŞEKERİSİN.”
Yaratıcılık sürecine ara vermeden ikinci kitabı Ölü Aşklar Derneği’ni yazan Akal, yayınlanması için doğru zamanı bekliyor. Çaya Kaç Şeker ile ilgili mücadelesi de durmak bilmiyor. 2020 KPSS sınavında sorulan soruların birinde, şiiri Can Yücel’in olarak belirtiliyor. Bilgi yanlışlığının her seferinde bir üst boyuta geçmesinden ciddi anlamda sıkılan Akal, önceki yanlışları her ne kadar tatlı söz ve uyarıyla halletmeye çalışsa da, ÖSYM’ye dava açmaya karar veriyor.
“Yaşarken onurlandırılmayı hak ediyorum!” diyen Akal bugün 55 yaşında.. Yazmaya, üretmeye ve ilham vermeye devam ediyor.
EK: Oldukça değişik bir duyguymuş bu. Yani hikâyenin asıl yaşayanı tam karşındayken onun hayat hikâyesini anlatmak.. Umarım güzel toparlayabilmişimdir.
EŞA: Çok güzeldi. Ben de seninle birlikte geçmişe bir yolculuk yaptım. Güzel zamanlarımız oldu, çok zorlu zamanlarımız da oldu Elif. Bu olayın baş aktörü bensem, sen de yardımcı kadın oyuncusun. Birlikte mücadele ettik, birlikte bir şeyleri başardık. Bence başardık ya. Çok büyük başarısızlıklarımız yok. Bugün geldiğimiz noktaya bakınca, güzel bir yaşamdı. Evet zorluydu da. Fakat yaşamları güzel yapan aynı zamanda zorlu da olması. Benim yol arkadaşım çok iyiydi.
EK: Tam bu noktada anne, birkaç soru sormak istiyorum sana. Öncelikle ilk sorum şu olsun; Annelik senin için nasıl bir yolculuk ve senin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
EŞA: Annelik benim için çok mesajları olan bir yolculuk. Çünkü tam 29 yaşımda kendi doğum günümde bir kız çocuğu dünyaya getirdim. Üstelik 8.5 ay erkek çocuğu denmişti bu çocuğa, yani sana. Ama ben hep biliyordum bir kızım olacağını. Sanki bir hikayeyi en başından beri biliyorsun ve onu yaşamaya başlıyorsun. Elif’in annesi olmak, bir kız çocuğunun annesi olmak çok güzel bir duygu. Üstelik erkek olması istenen bir çocuğu, erkek olarak beklenmiş bir kadın olarak dünyaya getiren.. Yani, beni de erkek beklemişler mesela 2. çocuk olarak. Seni de erkek bekliyorlardı. Güzel bir yolculuktu. Biz güçlü olmaya mecburduk. Zaten o güçle birlikte de birbirimizinden destek alarak yolumuza devam ettik.
EK: Tam güç demişken bir sorum da bununla alakalıydı. Bir kadın, güçlü bir çocuk yetiştirmek istiyorsa, özellikle de güçlü bir kız çocuğu yetiştirmek istiyorsa nelere dikkat etmeli? Senin böyle bir rotan ya da reçeten var mıydı bununla ilgili?
EŞA: Bu dikkat edilecek bir şey değil. Bu içsel ve karakteristik bir şey bence. Ben hayatım boyunca hiçbir zaman yaptıklarımından pişman olmadım, yaptığım hataların ve doğruların tamamen sorumluluğunu üstlendim ve bunu ifade ettim. Hiçbir zaman kaçan, mağdur edilmiş bir kadın rolü oynamadım. Bütün mücadelelerimi verirken, bu mücadeleyi verdiğimi hem hissettim hem de hissettirdim. Senin de gözlem gücün çok yüksek. Bu da senin karakteristiğin. Aslında biz birbirimizi tamamlayan karakterleriz. Birbirimizin dilinden de anlıyoruz. Zaman zaman anlamamaya çalışsak da, aslında derinde ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Sen de, ben de. O derindekinin ne olduğunu bilerek yolculuk etmek, bir anne-kız için çok güzel bir şey. Biz bunu deneyimledik seninle.
EK: Geçen gün anne, bir kitapta bir yazı okudum. Yazıyı yazan kişi, annesinin karşısına geçip “Anne ben nasıl feminist oldum?” diye bir soru soruyor ve annesinin de bu soruyu cevaplamasını bekliyor. Ne zamandır ben de sana sormak istiyordum aynı soruyu. Sence ben nasıl feminist oldum?
EŞA: 80’li yıllarda feminist olmaya çalışan bir annenin kızı olarak, doğal olarak zaten feminist oldun. Kendi annem adına konuşuyorum. Bazı şeyleri son derece kurallarla yöneten, daha muhafazakar bir anneyle yetiştiğim için ben feminist olmayı kendi kendime öğrendim. O dönemin Kadınca dergisi okuyan, Duygu Asena’dan çok etkilenen genç kızlardanım. Böyle bir mücadeleyi verdim. Bu mücadeleyi veren bir kadın zaten otomatik olarak bir sonraki nesle aktaracaktır. Sen daha az mücadele ederek, benim annemle yaptığım mücadelenin çok daha azını benimle yaparak zaten kendi yolunu daha rahat çizdin. Zaten bunu benimsedin. Belki de genetik kod olarak sana bunu aktardım. Ben böyle olduğunu düşünüyorum.
EK: Peki sence hep anneler mi çocuklara bir şey öğretir ya da aktarır, yoksa çocukların da annelere aktaracağı bir şey var mı?
EŞA: Tabii ki çocukların da var. Hele ki şu dönemde, bilgi çağının neredeyse ışık hızıyla gittiği bir zamanda sizler bizlere göre çok daha fazla bilgili daha kolay edinebiliyorsunuz. Edindiklerinizi aktarabiliyorsunuz. Bizim aramızdaki ilişkide bu var.
EK: Somut bir öğretmeden de bahsetmiyorum ama burada. Duygusal öğretme. Anne çocuğuna bir sürü duygusal anlamda, manevi anlamda çok fazla şey öğretiyor. Ama bu noktada çocuğun da ebeveynine öğrettiği bir şey yok mu?
EŞA: Mutlaka var. Benim senden öğrendiğim çok fazla şey var. Bana göre, hem şanslısın hem şanssızsın. Dönem olarak çok daha kurtlar sofrası olan bir dönemde gençliğini yaşıyorsun. Bizler sana göre belki daha rahattık. Yaşıtlarımız bu kadar fazla değildi. Pastadan alacağımız dilim daha büyüktü. Siz biraz daha mücadele etmek zorundasınız bize göre. Ama şu da var; bizim jenerasyonun ebeveynleriyle yetişen çocuklar olarak sizler bize göre daha şanslısınız. Çünkü bizler daha geniş ufuklardan bakıyoruz. Şöyle örnek vereyim; benim annem bana şunu söylemişti. ‘’Kızım oku, bir meslek edin, evlen, çocuk doğur.’’ Ben sana ne dedim? ‘’Kızım oku, bir meslek edin, ister çocuk doğur, ister doğurma, ister evlen, ister evlenme.’’ Bakalım siz çocuklarınıza ne söyleyeceksiniz? Bizim jenerasyonlar arası değişimlerimiz bunlar.
EK: Son bir sorum var. Bu soruyu da çok merak ettiğim için soruyorum. Genellikle bizim toplumumuzda anne böyle hep fedakar, kendinden veren, kendini arka plana atan bir şekilde kurgulanıyor. Öylesi de makbul görülüyor. İşte ‘’anne dediğin fedakar olur..’’ falan gibi sözler söylenir. Sen anne olduğun için hiç herhangi bir hayalinden ya da hedefinden vazgeçmek zorunda kaldın mı?
EŞA: Belki birkaç sene daha geç boşandım diyebilirim ama bu bir hayal değildi, kaderdi. Onun dışında mümkün olduğunu kadar bütün yapmak istediklerimi seni büyütürken de deneyimledim. Çok fedakar mıydım? Saçını süpürge eden, aman evladım deyip de başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir anne değildim. Bunu demediğim için zaten sen daha güçlü, daha ayakları yere basan bir kız çocuğu oldun. Bence bütün anneler de bu şekilde olmalı. Kimsenin kimseye saçını süpürge etmesine gerek yok. Çünkü belli bir zamandan sonra çocuk kendi ayakları üzerinde duracak, kendi çevresiyle iletişim kurarak büyüyecek. Sadece anne babayla bitmiyor ki bu iş. Sadece anne babanın eğitimiyle olmuyor. O çocuğa güveneceksin, ona belli sorumluluklar vereceksin. Sorumluluk duygusu yükledikçe de, çocuk zaten kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenecek. Ben çok fedakar bir anne değildim. Ama kime göre, neye göre?
EK: Tam da sana bir soru daha soracaktım, fakat sen onun cevabını verdin zaten. Anne en önemli annelik ve ebeveynlik tavsiyen nedir diye soracaktım.
EŞA: Sorumluluk vermek ve o sorumlulukları yerine getirdiğini gözlemlemek. Cezalandırmak yerine, o sorumluluğun aslında ne olduğunu, ne kazandıracağını da çocuğa anlatmak. Ben sana yeterince anlattım değil mi?
EK: Bana anlattığın gibi artık podcastlerin üzerinden dinlemek isteyen herkese de anlatıyorsun. Podcaster App çatısı altında ‘’Farkında Mısın?’’ isimli podcast programını yapıyorsun. Dileyenler oradan da hayata dair birçok tavsiye ve bakış açısı elde edebilirler. Ben nasıl yararlandıysam, isteyen herkes de yararlanabilir.
Evet bölümün sonuna geldik, benim için oldukça özel olan bu bölümü dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Elif Şebnem Akal, yani annem, KadınPod’a hikayesiyle birlikte konuk olan ilk kadındı. Tam karşısında dururken öncelikle onun, sonra tüm annelerin Anneler Günü’nü kutluyorum. Her birinizin hikayesi bir mücadele hikayesi. Bu kadar güçlü olduğunuz için çok teşekkür ederiz. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
YORUM YAPILMAMIŞ
YORUMUNUZU GÖNDERİN