18 gündür dünya basınının manşeti hiç değişmedi. Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda kendi vatandaşı olan bir gazeteciyi öldürmesini konuşuyoruz. Hatta bu konuyu tartışma şeklimizle de açık açık şiddet pornografisi yapıyoruz. Kaç parçaya bölünmüştü? Asitle mi yakılmıştı? Kafa derisi mi yüzülmüştü? Sizce ne sebeple öldürüldüğünden daha çok neden nasıl öldürüldüğünü merak ediyoruz?
İnanın bir gazetecilik öğrencisi için hiç kolay değil telefonunuza düşen her son dakika haberinin bir gazeteci cinayeti ile ilgili olması.. O haberleri yazan gazetecileri düşünemiyorum bile. Fakat ben de onlar da bunun yeni bir şey olmadığını kesinlikle biliyoruz. Mesela Uğur Mumcu, Abdi İpekçi ekseriyetle bilinen isimlerimizden ama sorsak kaç kişi ‘’Kürk Mantolu Madonna’’sı son yıllarda çok satanlardan hiç inmemiş olan Sabahattin Ali’nin faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş gazetecilerimizden olduğunu bilir? Ne dünyada ne de ülkemizde bu hiçbir zaman yeni bir şey olmadı, olmayacak da..
Kendinize sorun. Bir gazeteci neden öldürülür? Onlarca cevap geçecek aklınızdan. Ama bir tanesi var ki çok kritik. İnanın, bu soruya ‘’Haber yaptığı için.’’ diyen bile çıkıyor. Zaten düşünmenizi istedikleri cevap bu. Ben sadece bu kısacık cümlenin arkasındaki paragrafları göstermek istiyorum size.
Öncelikle ‘’Bir gazeteci Suudi Arabistan ve Amerika Birleşik Devletleri’nde neden aynı şekilde ölmez?’’ sorusunun yanıtını aramak istiyorum. Monarşi ile demokrasi arasındaki en büyük farklardan biri iktidar gücünün geldiği yerdir. Genellikle, birinde bu güç Tanrı’dan gelirken diğerinde halktan gelir. Monarşinin başındaki kişi kelimenin en basit anlamıyla kutsallığı ve kutsal olanın eleştirilemezliğini temsil eder. Bilginin tekeli egemen olan tek bir kişiye aittir. Doğal olarak, bilgi onun istediği ölçüde ve şekilde yayılır. Demokrasi fikrinde ise gücünü belli bir süreliğine, kendi kararıyla devreden insanlar vardır. Sistemin temelinde bilginin yatması gereken ideal demokrasilerde bilginin eşit dağılımı olmazsa olmazdır. Çünkü insanlar devrettikleri güçlerinin karşılığında ‘’hesap verilebilirlik’’ görmek isterler. Bir insanın herhangi bir şey hakkında hesap sorabilmesi için önce soracağı konu hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Bahsettiğimiz sistemdeki hesap verilebilirlik mekanizmasını çalıştıransa yine kendi içlerinde oluşturdukları basın organıdır. Sonuç olarak, sistemin her bir noktası insan yapımıdır ve nasıl işleyeceği o sistemi oluşturan insanların kabiliyetlerine bağlıdır.
Şimdi size şunu sormak istiyorum; Kendisini Tanrı’nın temsilcisi olarak ifade eden biri ile gücünü seçimler yoluyla o ülkede yaşayan diğer insanlardan alan biri ile ilgili yolsuzluk haberi yapmak aynı şey midir? Olmadığı için Suudi Arabistan’da asla bir Watergate* olmayacak mesela. Bir işe ne kadar kutsallık atfederseniz, onu o kadar mükemmel ve eleştirilemez hale getirirsiniz. İnsana, karşısındakinin de bir insan olduğunu unutturmak diyebiliriz belki buna. Her şeyin doğru sayıldığı ve eleştirilebilecek bir yanlışın görülemediği yerlerde basın ne işe yarar? Cevap çok basit. Belirli kişilerin kendi amaçları doğrultusunda yaymak istediği haberleri dağıtan bir araçtan başka bir şey olmayacaktır.
Devletleri insanlar kurar ve bu devletleri en nihayetinde insanlar yönetir. Devlete değer vermek ile devleti kutsallaştırmak aynı şeyler değildir. Değer verdiğinizi korumak ve daha iyi hale getirmek için elinizden geleni yaparsınız. Kutsallaştırdıklarınız ise bir anda sizin müdahalenize kapalı hale geliverir. Devlet insanla birlikte var olabilen bir kurum mu yoksa ondan öte bir yerde mi? Bir gazetecinin yaşam standartını belirleyen şey, mesleğini sürdürdüğü ülkenin insanlarının bu soruya ne cevap verdiğiyle çok doğru orantılı bence.
Gazeteciler devlet kurumunu mu yolsuzlukla suçlar yoksa o kurumu belli bir süre yönetme gücüne sahip olanları mı? Kamu yararı ile vatan hainliği arasındaki ince çizgiyi kim neye göre belirler? ‘’Devletin bekası’’ denilerek dokunulmaz bir alan haline getirilmeye çalışılan şeyleri düşünürsek, bu beka ile o devleti oluşturan insanların bekası ne derece ayrışabilir? Bulunduğu ülkenin yönetim şekli ve standartları gazetecinin haber yapma pratiklerine ne derece etki eder?
Bir devletin yönetim şekli ne derece otoriterleşir ya da ne derece demokratikleşirse, basına ve gazeteciye bakış açısı da aynı yönde değişim gösterecektir. Üzülerek söylemem gerekir ki, bana göre Cemal Kaşıkçı’nın ölümünde şaşırtıcı olan tek şey bir devletin açık açık ‘’Ben gazeteci öldürüyorum.’’ demesi ve bundan hiçbir şekilde çekinmemesidir.
Basın mekanizması yönetilenlere haber vererek, yönetenlerin olması gerekenden daha güçlü bir hale gelmesini engellemek için vardır. Basının halihazırda var olanı değiştirme misyonu yoktur, bir şeyleri değiştirebilecek olanlara haber verme misyonu vardır. Gazeteciliğin de kutsal bir meslek olmadığını unutmamak gerekir. En nihayetinde insanlar tarafından yapılan bir iştir. İnsan elinden çıkan her işte olduğu gibi burada da zaman zaman hata yapma payı oldukça yüksektir. Zaten genellikle sistemin olması gerektiği gibi işlemediği yerlerde gazetecilere kutsallık atfetme eğilimi vardır.
Bence, kendi yapımı olan her şeyi iyileştirmek ya da kötüleştirmek insanın elindedir. Sistemin içindeki insanlar tek elde toplanmış güçle o sistemin olması gerektiği gibi işlediğine inanıyorlarsa, tek ve mutlak gücün eleştirilmesini yanlış olarak karşılayarak gazetecinin öldürülmesinde bir sakınca görmeyeceklerdir. Ağır aksak ilerleyen bir demokraside her ne kadar gazeteci cinayetleri hoş karşılanmasa da, içindeki insanlar neden öldürüldüğünden çok nasıl öldürüldüğünü konuşmayı tercih edeceklerdir. Demokrasinin tam tesis edildiği yerlerde ise gazeteci kolay kolay cinayete kurban gitmeyeceği gibi, yaptığı ve zaten yapması gerekenden dolayı ekstra bir alkışlanma ihtiyacı hissetmeyecektir. Sonuç olarak, insan kendini ne kadar içinde bulunduğu sistemin dışında hissetmek isterse istesin dönüp dolaşıp işin biteceği yer yine kendisi olacaktır.
YORUM YAPILMAMIŞ
YORUMUNUZU GÖNDERİN